Duyalı çok zaman oldu, o kadar ki, kimden duyduğumu bile unuttum. Her birinde bir başka haz alarak, belki yüzlerce defa anlattım. Benim için, hikmetle öylesine yüklüydü ki, ne zaman tekrarlasam, sanki tefekkür deryamda yeni bir ufka yelken açtım. İşte böyle bir hikâye var, çıkınımda… Kim yazmış, ilk kim söylemiş bilmem. Tek bildiğim var; bu yazıda o hikâyeyi anlatacağım: Beldenin birinde bir Leylâ varmış. Bir gün demiş ki tellâla: "-Halka haber ver. Yarın meydanda kazan kuracak ve herkese çorba dağıtacağım. Toplansınlar, gelsinler.” Bunu duyan halk, ertesi gün büyük bir heyecan ve sevinç içinde, söylenen yere akın etmiş. Kiminin elinde tas, kiminde tencere, kiminde kova… Herkes, daha fazla çorba almak sevdâsıyla, toplanmış meydana… Gelenler, kazanın önünde sıraya girmişler. Pek muazzam, uzunca bir kuyruk oluşmuş ki, görmeye değer… Bekleyenlerin kimi yanındakiyle havadan sudan konuşmaya, kimi ise kendi tenceresiyle bir başkasınınki arasında büyüklük kıyaslamaya durmuş. Halk, sırada beklemeyi pek sevmez. İşte bunun için, sıkılmayalım diye herkes, kendince bir meşgale bulmuş. Durum böyle olunca, koca kuyruktan bir uğultulu ses duyulmuş. Herkes duyar da hiç, Mecnûn duymaz mı? Konu Leylâ’nın dâveti olunca, şüphesiz o da duymuş. Tellâlın sesi ulaştığı vakit, yüzünde bir tebessümle, demiş ki, kendi kendine: "-Ah benim Leylâ’m! Canım! Güzelim! Görüyor musun bak, yine cömertliğini göstermiş, ikram edecekmiş. Elbet halka verirken, benden de esirgemez. Alayım da şu küçük kâseyi, Leylâ’mın elleriyle dağıtacağı çorbadan nasipleneyim.” Gele gele o da gelmiş meydana, kuyruğun sonuna ilişmiş. Deyin hele, hiç Mecnûn’un bekleyişi halkınkine benzer mi? Tabiî ki benzememiş. Halktan kimileri: "-Bu sıra da ilerlemedi gitti!” diye sızlanmaya başlamışken Mecnûn, kalbinde bambaşka bir titreyişle mahcup; ama ümitli, mahzun; ama mütebessim, sızlanmadan beklemiş. Onu gören bazıları, elindeki kâsenin küçüklüğüyle alay etmiş: "-Ne enayi adamsın be, bedava çorbaya geliyorsun, şu elindeki küçücük kâseye bak. Aklın olsa, bizim gibi yapar, evindeki en büyük kaplarla gelirdin ya, akıl sende ne gezer!” demiş. Bazıları ise: "-Yahu, dik dursana, ne o öyle sümsük sümsük!" diyerek küçümsemiş. Diyeceksiniz ki, "Ne de sabırlı bu Mecnûn; onca laf işitiyor da, ses etmiyor.” Yok be yahu, vermesine verir cevabını ya, Mecnûn, o söylenenlerin bir kelimesini bile duymamış. Deyin ki, nasıl duyacak sesleri? Dolu dolu ve yerdeymiş gözleri… Ne zaman çağırsa Leylâ, böyle olur, halk da onun bu vaziyetiyle kafa bulurmuş. Bu arada, sırası gelen çorbasını almış. Leylâ, her gelen için ayrı, pek büyük bir şefkatle ve mütebessim, büyücek kepçesini, kocaman kazana daldırmış. Halk, tasını tenceresini doldurmanın sevinciyle kenara çekildikçe, sıra Mecnûn’a yaklaşıyormuş. Ee, her şeyin sonu var. O koca kuyruk da böylece küçülmüş, küçülmüş, sonunda kala kala bir Mecnûn kalmış. Hani kalbi, avcısına yakalanmış bir ceylan gibi çarpıyordu ya Mecnûn’un... Hani bekleyişi diğerlerininkine hiç benzemiyordu ya… O, işte bu hâlin etkisiyle başı eğik, gözleri yerde, anlamış ki, sıra onda, heyecandan titreyerek, elindeki küçük kâseyi, Leylâ’sına uzatmış. Herkese sevgiyle ikram eden Leylâ, Mecnûn’u karşısında bu vaziyette görünce, birden kaşlarını çatmış. Âh, öyle bir celâlle bakmış ki, görenler şaşmış. Mecnûn yere baka, millet şaşadursun; Leylâ, o herkese çorba ikram ettiği kepçeyi kaldırmış, Mecnûn’un kafasına indirmiş! Ama ne indiriş!! Mecnûn, hiç beklemediği bu davranışın ardından, âni bir hareketle yerden almış gözlerini, Leylâ’nın gözlerinin en derinine bırakmış. Uzun uzun bakmış, bakmış… O bakarken, başından aşağı çok kan akmış. Aldırmamış Mecnûn buna, yine, bir daha, bir daha bakmış. O kadar ki, ikisinin bakışları sanki birbirinde yok oldu sanırsınız. Sanki öylece dondu da kaldılar zannedersiniz. Epeyce sonra Mecnûn, sanki o gözlerde bir müjde okumuşçasına gülümsemiş. "-Leylâm! Yine Leylâm!" demiş, sürûr içinde kenara çekilmiş. Bunu gören halk, galeyâna gelmiş. İnsanlar: "-Sen" demişler, “sen gerçekten de delinin tekisin. Adını Mecnûn koymakla pek de isabet etmişiz. Vallâhi, senden adam olmaz. Yâhu kafana kepçeyi indirdi, başını yardı, kanını döktü, sen hâlâ «Leylâ’m, Leylâ’m!..» diye sayıklayıp duruyorsun. Ne biçimsin ki, bir lokmacık onurun da yok. Seni gören, ikramlandı sanır! Oysa Leylâ, senden çorbasını esirgemekle kalmamış, bir de sana zulmetmiştir. Bu Leylâ, böyle zâlimlik etmişken, senin şu hâline de bak! Evet, evet, sen resmen zır delisin! Zaten öyle olmasan, daha «Leylâ» der misin?! Bak sana neler etti!..” Anlayacağınız halk, Mecnûn’a kızacağım derken, Leylâ’yı kötülemeye durmuş. Âh ah! Gaflete bakın ki, Leylâ’yı, Mecnûn’a yeriyorlar. Nankörlüğe bakın ki, iki dakika önce elinden çorba alıp sevindikleri kimseyi, zâhirine aldandıkları bir hâdise yüzünden hemen yerin dibine sokuyorlar. Biliyorum, çok kızdınız. "-Bu ne biçim insanlık, hiç insan elinden nîmetlendiği kimse hakkında böyle konuşur mu?” dediniz. İşte zaten Mecnûn da, buna dayanamamış. Hiçbir şeye değil, halkın Leylâ hakkında ileri geri konuşmasına kızmış. İki elini, beline öyle bir koymuş ki… Kaşlarını Leylâsı gibi öyle bir çatmış ki… O sümsük (!) adam gitmiş, yerine heybetli mi heybetli bambaşka biri gelmiş de, dönüp halka demiş ki: "-Bana bakın, bana! Oncanız arasında, seçti de benim başımı yardı, onu çekemediniz değil mi!? Kıskanmayın a dostlar, Leylâm belki bir gün lutfeder, sizin de başınızı yarar!” Böylece susmuş tüm sesler... Ne diyeceğini bilmez hâlde kalakalmışken halk, “Leylâm!” diye diye, uzaklaşmış Mecnûn meydandan… Hikâye de burada bitmiş. Hikâye bitince şerhi başlar. O hâlde şimdi, şerh edelim de anlayalım, meselenin aslı neymiş: Efendim; Mecnûn, Leylâ’nın gözlerine bakınca, orada bir şey okudu. Leylâ, anlamaya sadece Mecnûn’un güç yetirebileceği bir dille, içli içli sitem etti. Bu sitem, sadece gözlerin derininde gizliydi ki, o saklı yere yalnızca Mecnûn’un bakışı ulaşabildi. Zira Mecnûn, aşkla baktı. Leylâ, yalnızca âşığına açtığı o mahremde, sessizce şöyle haykırdı: "-A benim Mecnûnum! Bilmez misin ki, ben de sana Mecnûn’um… Bu halkı meydana, sırf seni görebilmek için döktüğümü; bunca zahmete, sırf seninle bakışabilmek için katlandığımı bilmez misin? Aramızdaki aşk ortaya dökülmesin, insanlar ileri geri konuşup fitne fesat çıkarmasın, sırrımız açığa çıkmasın diye böyle yaparım. Benim derdim, sadece seni görmek, gözlerine dalmakken, şu senin ettiğine bir bak! Halk gibi çorbanın derdine mi düştün ki, nazarını yere, kâseni bana revâ gördün! Sen ki, benden bakışlarını esirgersin, işte o vakit, kepçeyi de kafana böyle yersin! Şimdi, o güzel başından kanlar süzülürken, iyi bil ki, içim yanıyor. Lâkin benden beni değil, çorbayı talep ettiğin ânların yarası içimde, bil ki hâlâ kanıyor. O hâlde şimdi, gözlerime daha uzun bak ki, hem sancım, hem hasretim dinsin…” İşte Mecnûn, Leylâ’nın bakışında bu cilveyi seyredince, başının acısını unutup tebessüm etti. Halk, hakikati anlama istîdâdına sahip bulunmadığından, Leylâ’ya bile “zâlim” demekte bir beis görmedi. Oysa az önce, kötüledikleri Leylâ’nın önünde çorba için bekleşen de onlardı. Ne yazık ki, halkın sevgisi ve yakınlığı, çıkarını elde edene kadardır. Şimdi belki diyeceksiniz ki, “Leylâ’nın yaptığı da iş midir? Ne diye herkesin içinde Mecnûn’u rezil etmiştir?” El cevap: Vuran da memnun, vurulan da... Ee, o zaman size ne canım? Leylâ dilerse halk içinde, dilerse tenhâda vurur. Onun işine karışılmaz. O, dilerse bizzat; dilerse kepçesiyle kanatır. Dilerse elleriyle, dilerse bakışıyla okşar durur. Mecnûn ki, has Mecnûndur, Leylâ ile arasına kimseleri almaz. Leylâ varken başkasını var saymaz. Leylâ’nın olduğu yerde, Mecnûn’un kendisi bile kalmaz ki, halk kalsa… O halde Mecnûn, rezil de olmaz. Bize düşen, “Niye öyle etti, niye böyle yaptı?” diyerek Leylâ’yı sorgulamak değil, gözlerimizi gözlerine dikip, yaptığındaki cilveyi ve hikmeti okumaya çalışmaktır. İşte bu gayret içinde olana; Mecnûn gibi hayırda da, şerde de sevdâ okuyana “kul” derler. Zira ancak böyleleri, O’ndan her gelene râzıdır. Leylâ’nın yaptıklarını sorgulama da, ne ederse etsin, yine de git, ona sarılmaya bak. Zira Mecnûn’san, Leylâ’nın yanında bulunmaktan büyük ne kârın, ne de neşen kalmıştır. "-Aman uğraşamam öyle, Mecnûnluk benim neyime, ben halkım yâhu!” diyorsan, zaten o vakit, hiç yorma başını bunlara... Git, ısıt da çorbanı ye; ama tavsiye ederim, önce bir tevbe namazı kıl ki, ettiğin nankörlüklerin affedilmesine dair ümidin olsun. Hani âdettendir. Bir masalı, bir hikâyeyi anlatıp bitirince, “Gökten üç elma düştü.” derler. Şimdi biz de yazıyı o havada sonlandıralım; fakat bunu yaparken farklı birkaç cümle kuralım: Gökten üç kepçe düşmüş: Biri yazanın, biri okuyanın, biri dinleyenlerin başına... Bakalım kaç “has kişi”, kan ağlarken tebesssümle “Leylâm!” demeye âşinâ… |
Join the forum, it's quick and easy